Cenâb-ı Hak, sesler âlemi denilen diğer bir alem daha yaratmıştır. İnsan bu âlemi ise kulağıyla gözlemleyebilmektedir. Aynı şekilde, insan tadlar âlemini diliyle, kokular âlemini ise burnuyla gözlemektedir. Ve hâkezâ...
“Radyoya bak, haberlerde ne var?” şeklinde bir söze muhatap olan kimse, gidip radyoyu açarak haberleri dinliyor. Kendisine, Bak emri verildiği halde radyonun yüzüne bakmak yerine düğmesini çeviriyor. Bu adam gözünün görmediğine inanmayan bir cahil olsa, haberleri inkâr etmesi lâzım gelir. Zira, sesi göremiyor.
Diğer taraftan, bir kimseye çorbanın tadına bakması söylendiğinde, bu şahıs görmediği şeye inanmama hurafesiyle başını çorbaya batırıp gözleriyle tad arasa, gözlerini kör edecektir. Buradaki bak emri, tad anlamındadır. Aynı şekilde bir şeyin sıcaklığına bakarken, elimizi kullanıyoruz ve hâkezâ...
Zâhiri duygularımız böyle olduğu gibi, iç duygularımız da durum aynıdır. Nitekim, akıl dünyanın güneş etrafındaki seyahatinin tanzimine sebep olan kütle çekim kanunlarını açıkça gördüğü halde, göz tek başına bu gerçeği görmemektedir. Eğer yalnız gözün gördüğüne inanılsa, bu kanunların inkârı lâzım gelecektir.
Diğer taraftan yavrusunu şefkatle besleyen bir kediyi gören kimse, yanındaki arkadaşına şu şefkâte bak dediğinde, eğer arkadaşı gözünün görmediğine inanmayan cinsten ise, bu şefkati inkâr edecektir.
Yine aynı şahsa Selimiye Camii gösterilerek buradaki mimarlık sanatına bak denilse, bu taktirde inkâra uğrayan ise sanat olacaktır. Zira, göz sadece taşı görür, sanatı göremez. Selimiye’deki sanat çıplak gözle görülemeyeceği gibi, Selimiye’nin bir ustası olduğu gerçeği de gözle görülmez. Bu vazife aklındır. Selimiye’nin kubbesinin elbette bir mimarı olduğunu bedahetle gören akıl, ondan çok daha barız şekilde, bu gök kubbesinin bir mimarı olduğunu görüyor.
Bir harfin kâtipsiz olamayacağını aklen gören insan, kendisinin Yaratıcısız olamayacağını da görüyor ve hâkezâ...